Artık vizesiz gitmek hayal, ama buna değer!




Bu yazıyı gözlerimde yaşlarla yazıyorum, gecenin ilerlemiş bir saatinde... İçimde büyük bir özlem ve kafamın içinde dönüp duran 'Bir daha gitmeliyim' cümlesi. Sanki uzun zamandır göremediğim sevgilimi özlemiş gibi. Eski fotoğrafları çıkarıp teker teker baktım yine... Her bir kareyi çektiğim anı yeniden yaşadım ve anlatmak istedim.

Hani belki bir gün sizin de yolunuz düşer, gitmek istersiniz diye. Dünyanın uzak bir köşesindeki o küçücük masal diyarını tanısanız siz de seversiniz eminim. Ama lütfen, benim kadar sevmeyin, çok kıskanırım:))

VYBORG NEREDE

Bu masal diyarı Rusya'nın St. Petersburg kenti yakınlarında -ki kalbimi bıraktığım o şehri sonra anlatacağım size zaten.- Ama şimdi konumuz başka bir yer: Vyborg!


Evet, artık o diyarlara gidebilmek için vize almamız gerek. Ama inanın bana değer!

İnternette, St. Petersburg'da farklı bir yer ararkan tesadüfen keşfettiğimiz Vyborg kelimenin tam anlamıyla gerçek dünyadan koparıp "eski bir düşün" içine atıyor sizi.

VYBORG KASABASINA NASIL GİDİLİR

Bunun için atmanız gereken ilk adım Ploshad Lenina'ya gitmek. Çünkü bizi Vyborg'e (Rusça okunuşuyla Viyberk) götürecek olan hızlı tren bu metro çıkışının hemen yanındaki Finlandski Tren İstasyonu'ndan kalkıyor. Yolculuğumuz iki saatten biraz fazla sürdü.

Eğer, "electrica" denilen trenlere binerseniz 1 saat 20 dakikada Vyborg'e ulaşabilirsiniz. Heyecanla trendeki yerlerimize oturup yolculuğun tadını çıkarmaya başladık.

Kulağımızda rayların tıkırtısı, çevremizi saran ağaçların gölgesi eşliğinde tren, St. Petersburg'dan uzaklaşırken etraftaki manzara da değişmeye başladı. Gösterişli ve görkemli binalar, yerlerini vaktiyle Rus edebiyatının labirentlerine dalanların hayal dünyasında yaşattığı manzaralara bıraktı.

Uzanıp giden yeşil tarlalar, oraya buraya serpiştirilmiş gibi duran masalsı küçük evler, bazıları terk edilmişe benzeyen, bakımsız ama mimarisiyle insanın içini titreten istasyonlar....

Tren, St. Petersburg'dan Vyborg'e doğru ilerlerken birçok istasyonda da durdu. Ellerinde pazar torbalarıyla yaşlı kadınlar, bisikletli genç kızlar, doğa tatili yapmaya hazırlanan sırt çantalı turistler, hatta bir nişan ya da düğün törenine giden şık giyimli insanlar bindi trene yol boyunca.


Bir ara da yaşlı bir adam melodikasıyla kommpartımanımıza konuk oldu. Hem çaldı, hem söyledi. Onu dinlerken, pencereden akıp giden ve bizi sanki eski bir filmin

sahneleri ya da çocukluğumuzda okuduğumuz bir kitabın sayfaları arasında dolaştıran manzarayı izledik.

VE SONUNDA VYBORG!

İstasyondan çıktığımızda bizi karşılayan manzara biraz şaşırtıcıydı. Sanki hiçbir özelliği olmayan küçük ve biraz da unutulmuş bir kasabaya gelmiştik. Yolumuzu şaşırıp yanlış istasyonda inmişiz gibi. Ama istasyondan çıkınca karşımıza dikilen anıt ise doğru adreste olduğumuzun şüphe götürmez kanıtıydı.

Yarı küre şeklinde bir kaideye oturtulmuş "W" sembolünün bir yüzünde Latin harfleriyle Wiborg, diğerinde de Kiril alfabesiyle Vyborg yazısı var. Bunun nedeni de bu küçük kentin tarih boyunca Ruslar ve Finliler arasında paylaşılamamış olması.

St. Petersburg'a 130 km, Finlandiya'ya 30 km uzaklıkta olan bu kent, 1300'lerden 1700'lere kadar İsveç'in egemenliğinde kalmış. Sonra sırasıyla Rusya'ya, yeniden Finlandiya'ya yine Rusya'ya ardından yine Finlandiya'ya geçmiş. İkinci Dünya Savaşı'nın son döneminde yani 1944 yılında ise kent Rusya'ya geçmiş. Yaklaşık 80 Bin kişinin yaşadığı bu kasabaya Ruslar Vyborg, Finliler Viipuri, İsveçliler Viborg diyor.

Eski ve yeni diye iki bölüme ayrılan Vyborg'in en önemli simgesi Ortaçağ'dan kalma kalesi. Bir tepe üzerine inşa edilen, etrafı su dolu hendekle çevrili olan kale, daha kapısına yaklaşır yaklaşmaz sizi Ortaçağ'a götürüyor zaten.


Bu kaleyi 1200'lü yıllarda İsveçliler yapmış. St. Petersburg'daki müzelerle kıyaslandığında bedava sayılabilecek bir ücret karşılığı kalenin kapısından girdiğinizde ruhunuz da Ortaçağ'a dönmüş oluyor. Parke kaplı yoldan yukarıya doğru ilerlerken sol yanınızda ince bir işçilikle yapılmış ahşap kapılar, hemen üzerlerindeki lambalar,

kapıların yanına yerleştirilmiş toplar uzanıp gidiyor. Bu arada eğer kuleye çıkmak istiyorsanız, girişin yanındaki kasadan ayrıca bilet almanız gerekiyor.

OLAF KULESİ 48.6 METRE

Her ne kadar binanın içerisi restore ediliyor olsa da, gittikçe daralan merdivenler yüzünden epey zorlu bir tırmanış sizi beklese de Vyborg'in en güzel manzarası bu

kulenin tepesinde. Kulenin yüksekliği 48 metre. Yani 63 metrelik Galata Kulesi'nden daha kısa. Eğer bu güzel kasabaya gidip kuleye tırmanacaksanız hemen hatırlatalım:

Kuleden göreceğiniz manzara soluk kesici. Ama soluğunuzu kesen şey bastığınız yerin darlığı ve o yükseklikte karşılaşacağınız kalabalık da olabilir.

Kulenin çevresini dolaşıp fotoğraf çekmeye çalışırken attığınız adıma da dikkat etmelisiniz. Her an birinin ayağına basabilir ya da dengenizi yitirebilirsiniz. Belki de anne ve babası tarafından yukarıya çıkarılan 5-6 yaşlarındaki bir çocuk yüksekten korkup ağlayarak sizi de gerilime sürükleyebilir. Elbette kulenin çevresi güvenlik Şeridiyle kaplı yani aşağıya uçmanız mümkün değil. Ama yine de dikkat gerek.



Kendinizi güvene aldıktan sonra başınızı kaldırıp etrafta uzanan muhteşem manzaranın tadını çıkarın. Bakışlarınızla gözünüzün görebildiği her yere ulaşabilmek mümkün çünkü. Kulenin bir yanından bakınca, Vyborg'in Batı Avrupa kasabalarını andıran rengarenk evlerini, diğer yanından bakınca önünüzde uzanan yeşillikleri, yeni şehri, Fin Körfezi'ni görmeniz mümkün.

Kuleden indikten sonra da kentin görmüş geçirmiş eski sokaklarına dalın. Daracık sokakların bir çoğu bir ucundan maviliklere açılıyor. İki yanınızda eski ama güzelliğinden hiçbir şey yitirmemiş binalar uzanıyor.

VYBORG KASABASINDA GEZİLECEK YERLER 

Daracık sokaklarda dolaşırken belki de 1970'ler Türkiye'sinde doğup büyüdüğünüz şehri anımsatan manzaralar da karşınıza çıkabilir. Dört bir yanı sarmaşıklarla çevrili, önünde eski model bir araba park etmiş bu ev gibi. Zaten dolaştıkça bu şehrin bazı yerleri tanıdığınız mekanları çağrıştırabiliyor.

Ya da bir başka sokakta size 1940'larda olduğunuz izlenimi veren iki katlı bir bina görebilirsiniz. İşte tam da bu binanın önünde bir film çekimine rastladık. O gün bazı sahnelerinin çekimi yapılan film İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen bir hikayeyi anlatıyordu. Yani binayı görünce içimizde uyanan hissin bizi yanıltmamış olduğunu gördük.

Vyborg'in simgelerinden biri olan saat kulesi bizim ziyaretimiz sırasında onarımdaydı. Burada da bir parentez açalım hiçbir alakası yok belki ama şehrin bu bölümü; İstanbul'un tarihi dokusunu hala koruyan semtlerinden Zeyrek'i anımsatıyor biraz.



Yolunuz Vyborg'a düşerse Lenin'in Bolşevik devrimine hazırlandığı evi ve nefes kesen manzarasıylya Monrepos Parkı'nı da görebilirsiniz.

HELSİNKİ'YE UZANAN RAYLAR

Ya da belki kendinizi bu kasabanın sokaklarına bırakıp her adımda başka bir geçmişe doğru yol alırsınız.

Bu arada Vyborg ile ilgili küçük bir not. Trenle kasabaya doğru yaklaşırken ve hatta kasabanın içinde gezinirken St. Petersburg'da ya da Moskova'da alışık olduğumuz mimari tarzının değiştiğiniz fark ediyorsunuz. Yol üzerindeki evler; Fin ya da İsveç mimarisini anımsatıyor. Kentin bazı bölgeleri de görsel olarak tıpkı Batı Avrupa kentlerindeki örneklerine benziyor.



Vyborg'te gezerken sokaklarda çok fazla insana da rastlamadık. Kaleyi ya da ilgiye değer yerleri gezenlerin çoğu ülkenin değişik yerlerinden gelen Ruslardı. Bir de hiç dinmeyen hayret nidaları eşliğinde, gördükleri her şeyin fotoğrafını çeken meraklı, bilgili ve güler yüzlü Japonlar.

Bua arada bu gezinin ilginç bir yan etkisi oldu bende. Daha orada ilk belirtiler ortaya çıkmıştı aslında. Döner dönmez önce Kiril alfabesini söktüm, şimdi de Rusça öğrenmeye çalışıyorum. Henüz 'Ali topu tut' düzeyindeyim ama ileride ne olacağı bilinmez elbette.

Nazan MENGÜ

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Luna park değil Rönepark

Ah Refika! Aşkından yataklara düştü bu köy!

Bir kahvaltıda keşfettiğim hazine